İkiye Bölünen Vikont- İtalo Calvino

 
     İkiye Bölünen Vikont (İl Visconte Dimezzato) Italo Calvino'nun 1940-50'lerde yazdığı ve sonradan atalarımız üçlemesinde birleştirdiği kitapların ilkidir. Ben kitabı okuduğumda sonunun değiştirilmeye çok açık olduğunu düşündüğüm için ona yeni bir son, bir parodi yazmaya karar verdim. Kitabın son dört sayfasını yeniden yazdım.

     Yeşile çalan bir şafak söküyordu; çayırda, karalar giymiş, iki çelimsiz düellocu, kılıçlarını çekmiş duruyorlardı. Cüzamlı borusunu öttürdü. işaretti bu; gökyüzü gerilmiş bir zar gibi titreşti, yedi uyuklayanlar mağaralarında tırnaklarını toprağa geçirdiler, saksağanlar kafalarını kuyruklarının altından çıkarmaksızın, koltuk altlarından bir tüy kopartıp canlarını yaktılar ve engerek kendini dişledi ve eşekarısı iğnesini taşta kırdı ve her şey kendisine karşı çıkmaya başladı, su birikintilerinin kırağısı buz tuttu, likenler taş kesildi, taşlar liken oldu, kuru yapraklar toprağa dönüştü, yoğun ve sert zamk ağaçları gözetmeden öldürmeye başladı.
    Pietrochido bir kez daha ustalığını göstermişti; pergeller çayırda daireler çiziyor, dövüşçüler savunmada olsun aldatmacada olsun, sert, canlı hamleler yapıyorlardı. Ama birbirlerine değemiyorlardı. Her ileri çıkışta, kılıcın ucu sanki rakibin havalanan cüppesine doğru yöneliyordu, ikisi de adeta, bir şey olmayan, yani kendisinin olması gereken tarafa saldırmakta ısrar ediyordu. Hiç kuşkusuz, yarım düellocu yerine tam düellocu olsalardı, kim bilir kaç yara almış olurlardı.
    Tasalı, öfkeli bir yabanıllıkla dövüşüyor, ama vuruşları bir türlü düşmanın tam olarak bulunduğu noktayı tutturamıyordu; İyi, solakların dürüst ustalığına sahipti, ama vikontun cüppesinde delik açmaktan başka bir iş yapmıyordu.
    Bir ara, kabzaları tam karşı karşıya geldi; pergellerin uçları tarla sürgüsü gibi  toprağa saplanmıştı. Tasalı sıçrayarak kendini kurtardı, ama dengesini yitirip yere düşecekken, rakibinin sırtını olmasa da, neredeyse sırtını, kılıcının keskin yüzüyle biçti;İyi'nin vücudunu yarı yarıya ayıran çizgiye koşut bir vuruş oldu, öylesine yakın sıyırmıştı ki İyi'ye ne olduğunu anlayamadık. Çok geçmeden cüppenin altında, başından bacak bağlantısına kadar dek kanlar içinde vücudunu görünce kuşkumuz dağıldı. İyi, yere yığıldı, ama düşerken güçlü ve neredeyse isteksiz bir devinimle, o da kılıcını yanı başındaki rakibine, başından karnına dek, Tasalı'nın vücudunun olmadığı noktayla , olduğu noktaya paralel indirdi. Şimdi Tasalı'nın vücudunda da eski kocaman yarık boyunca kan fışkırıyordu. Her birinin vuruşu, yeniden, bütün damarları kesmiş, ikisini yarıya ayıran yarayı yeniden açmıştı. Şimdi sırtüstü yatıyorlar, vaktiyle bir arada olan kanları çayırda yine birbirine karışıyordu.
    Bu ürkütücü görünüşe kendimi kaptırdığım için, Trelawney'e dikkat etmemiştim, doktor telaşla çırpınarak onların yanına koşuyordu.
     Yarım saat sonra şatoya iki sedyeyle vardık. Medardo'nun odasına bir yatak daha taşıyıp iki yarıyı da yatırdık. Zavallı Trelawney bir ona bir buna, iki yatak arasında mekik dokuyarak ikisini de kurtarmaya çalışıyordu.
     Bu böyle haftalarca sürdü. Çevre köylerden, sonra da çevre şehirlerden doktorlar çağırdık. Hatta doktor Trelawney ülkesine mektuplar gönderip meslektaşlarına danıştı, bazıları gelip dayımı bizzat gördü. Ama faydası olmadı. Terralbalı Aiolfo'nun oğlu gazi şövalye vikontu Medardo, dayım öldü.
     Bir süre için herkes boşlukta yaşadı. Ne yapacağını kimse bilemiyordu. İnsanlar Tasalı'nın öldüğüne sevinsinler mi İyi'nin öldüğüne üzülsünler mi bilemiyorladı. Ben ise sadece dayımın, tek ve bütün Medardo'nun ölmesine üzülüyordum. Aynı zamanda bir otorite boşluğu da vardı. Şato artık temizlenmiyordu, bekçiler nöbet tutmak yerine oturup pişti oynuyordu, tarlalar biçilmiyordu.
    Dayımın gömülmesinden iki hafta sonra aklımızı başımıza getiren Alfonso adındaki bir seyis oldu. "Kim?" diye sordu "Şimdi vikont kim olacak?"
    Bu soru herkesin aklını başına getirdi. Herkes bir anda çalışmaya başladı. Önce aile kütüphanesindeki soy ağacımız ile ilgili kitaplar araştırıldı, ne var ki Tasalı'nın çıkardığı yangınlardan birinde kütüphanemiz ciddi bir zarar görmüştü, burdan bir sonuç çıkmadı. Böylece araştırma genişledi. Köydeki yaşlılara,gençlere hatta Pratofungo'daki cüzzamlılara bile
soruldu. Yine sonuç çıkmayınca uzak yerlere mektuplar gönderildi, cevap beklendi. Bu telaş sırasında herkes oyalanacak bir iş bulmuştu. Bir amaç olması diğer işleri de düzene soktu, şato tekrar temizlendi, bekçiler nöbet tuttu, tarlalar biçildi, ekildi ve hasat toplandı, Pamela'yı da saraya alıdık. Bu sırada sütnineyi köye geri çağırdık. İlk önce köylüler ondan çekinse de sonradan merhemlerle cüzzamdan kurtulma yollarını anlatınca herkes rahatladı. Yine de Pratofungo'dakiler köye gelmedi, onların da orada bir düzenleri vardı. Ama artık onlarla daha ilişkiler kuruyorduk. Galateo'ya haraç vermeyi de kestik karşılığında cüzzamlılara da çalışmayı, çiftçiliği öğrettik. Herşey iyiye gidiyor gibiydi yinde de bir vikont olmayınca yargılamada biraz sıkıntı çektik. Buna da çözümü doktor Trelawney buldu. Onun da yardımıyla köy halkından oluşan bir heyet kurduk.
   Bu telaş bir süre sonra bir rutine dönüştü. Artık kimse vikontun ölümünü ya da kayıp varisi düşünmüyordu. Tabi ki arada konuşmada geçiyor ve o uğursuz günler sessizce anılıyordu ama o kadar. Lordsuz olmanın da kimseyi üzdüğü de yoktu.
   Günler böylece gelip geçerken, dayım'ın ölümünün 4. ayında İngiliz bandırmalı bir gemi sahile yanaştı. Bize bir mektup taşıyordu. Mektup Sir James Pellington adında İskoç bir soybilimciden gelmişti. Gönderdiğimiz mektuplardan birine bir cevap olmalıydı, içinde 7 kuşak geçmişimizin ayrıntılı bir soy ağacı vardı. Mektupla beraber gördük ki ne dayım ne de dedem hiç bir varis bırakmamış. En azından biz öyle sandık. Yazılanları iyice inceleyen sütnine Sebastiana kararını verdi: Tek varis bendim! Gayrimeşru bir çocuk olmama rağmen soyun devamı gerekliydi ve benden başka aday yoktu.
   İki hafta süren hazırlıktan sonra bir cuma günü büyük bir törenle vikont ilan edildim. Tüm bu süre boyunca İngiliz gemisi bizimle kaldı, zaten geminin kaptanı Trelawney'nin dostu kaptan Cook'tu. En sonunda ayrılma vakti geldiğinde öğrendim ki Trelawney'i de götürüyormuş. Onu ikna etmeye çalıştım, hatta yeni yetkilerimle onu tehdit ettim ve vaatlerde bulundum ama olmadı. Kararını vermişti üstelik o macera hayatına olan özlemini hissetmiştim. İzin verdim. Ama ona iyi bir hediye vermek istiyordum. Tam gideceği gün onu sürpriz bir törenle şövalye ilan ettim. Böylece şövalye doktor Trelawney'i güzel bir anıyla uğurladım. "Bir doktor bıraktım ben" dedi Cook "Şimdi bir şövalye alıyorum".
   Böylece Trelawney'e veda ettim, bir sene sonra da sütnine Sebastiana öldü. Pamela da kendine dayımdan sonra bir aşık bulup onunla şehirden ayrıldı ve o günlerin tek yakın tanığı, her şeyi bizzat görmüş olan sadece ben kaldım.
   Ve şimdi, tüm bu olaylardan tam otuz yıl sonra bunları kaleme alıyorum. Şu ana kadar niye yapmadım bilmiyorum ama bence böylesine bir hikaye, insanın kendisi ile içinde yaşadığı böylesine bir çelişki ve savaş yazılmayı hak ediyor. Bakarsanız, yıllar önce Medardo'nun yaşadığı o şeyler aslında bizim içimizde sürekli olan o kuşkulardan, çekişmelerden iyilik ve kötülük arasındaki o ince çizgideki kararlardan başka nedir ki?



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder